İnsan duygudan doğar, düşüncelerinde ölümünü arar. Duyguların öncülü, düşüncelerin sonucu nedir gibi bir soruya verilecek en doğru cevap herhalde, sonsuzca tatmin hali yani ‘sonsuzluk arzusu’olacaktır. İnsan sonsuzluklar arasında gezinen varlık alanıdır. İnsan gezinirken, ararken üretir; yaşam üretir, oyun üretir, öykü üretir, yaşam öykülerini yeniden üretirken sağlık bulduğu yerde psikoterapiden sözedilir.
Düşünce düşe kalka duyguyu izler. Düşünce’nin nereye düştüğü önemli midir? Düşünce, kanlı canlıdır, eylemden geçen kanıdır, kanaatta dursa da, kanıtta ilerler. Kanıt ortada hak arayışıdır, haksızlık iddiasıdır. Bulunan kanıt aile yaşamında ise aile öyküsü, atalarda ise tarih, yakın bir diğerinde ise yakın ilişki öyküsü, önemli diğerlerinde ise sosyal ilişki öyküsü, çoğunda ise bilimsel öyküler kurulur. Kurmacadan mutlak gerçeğe giden yolu ise felsefe tartışır. En iyi felsefeyi ‘ama neden’ sorusuyla çocuk yapar, düşüncede kolay kolay durmaz. Çocuk yaşamı ilk elden yaşar.
Çocuk duygularındaki dolaysızlık safl ıkla, masumiyetin, düşüncelerindeki dolaysızlıkla empatisiz gaddarlığın taşıyıcısıdır. Bu özelliği ile çocuk ailenin öyküsüne neler katar?
Günümüz ailesinde medya araçlarının yaşlıların önüne geçen otoritesi karşısında anne-baba-çocuk her tür deneyimi ortaklaşmakta, çocuklara yeterli/özenli alan tanınmamakta, masumiyeti gaddarca deşen ‘çocuksu yetişkinlik’ yaşanmaktadır.
Çocuksu yetişkinlik, çocukları olduğu kadar yetişkin değerlerini de yoketmekte, geçmişten bu güne anlamlı bağlar taşıyan aile öykülerini üretmek zorlaşmaktadır.
Aralığı öykülenemeyen sonsuzluk arzusu thanatostur, ölüm arzusudur. Ölüm arzusunun yaşamak çoşkusunun yerini aldığı yerde, kliniklerde, çaresizlik paydasında buluşulmaktadır.
|